25 Aralık 2016 Pazar

Sadece Annesinden Dayak Yiyen Hala Süper Kahraman


Dünyayı kurtarmak için
Bir gün evden çıkarken,
Annem şöyle seslendi:
İçine süveterini giydin mi?
Ortaokulda,
Beyaz gömleğimin üzerine
Giydiğim lacivert süveter.

Annem benim için hep endişelenir.
Annem beni süper kahraman edebilmek için çok uğraştı.
O sihirliydi.
Bir kızılcık sopası vardı.
Beni döverdi.
Ben onu sihirli bir değnek olarak görürdüm.
Şapkadan tavşan çıkarmışlığı yoktur evet ama
Gözümden yaşlar akarken günahlarımın çıktığını hissettiğimi
Bilemezsiniz.
Annem beni süper kahraman edebilmek için baya uğraştı.
Bir sabah aşık olmuştum.
Akşamleyin dizlerine yattım.
Hiçbir şey söylemeden saçlarımı sevdi.
Annemin vurduğu yerde o yüzden
Gül bahçeleri biterdi.
İbrahim duymasın
Çünkü ben annem için ateşe yürürdüm
Zaten.
İşte bir gün ortasında dünyayı kurtarmak için
Evden çıkarken öyle seslenmişti annem bana.
Senin yokluğunda üşüdüğümü bilirdi.
O süveter biraz annem biraz sen kokardın o yüzden.
Sana üşürdüm,
Annem saçlarımı severdi.
Artık dünyayı kurtarmak için hazırım.
Bir tavşan zıpladı şapkamdan
Boynuma dolanıp pelerin oluverdi.
Annem bir sihirbazdı
Güllerin kızıllığı pelerinime bulaştı.
İsmim ne Süpermen ne İbrahimdi.
Bu arada
Aşık oldum.
Saçlarım dağınık.
Beni hayatta tutan annem ve sen kokan
Süveterim.
Ortaokulda
Ceketimin içine
Giydiğim lacivert süveter.
Bu arada
İsmim Annesinden Dayak Yiyen Süper Kahraman;
Sadece annesinden, hala süper kahraman.

5 Kasım 2016 Cumartesi

Ğırtlağımda Mermi


 
Artık yer yer üzülürüm.

Seni hatırlarım.

Neredesin?

Bilmem.

Nerede olduğunu bilmemek mi yoksa

Hala beni sevmediğini bilmek midir

Üzücü olan.

 

Kararsızım.

Beklemeli miyim gideni, 

Yahut yutmalıyım  bir kaç mermi?

Soğuktur mermiler,

Sıcak bir bedende ilerlemeleri o yüzden de kolaydır.

Tıpkı senin o soğuk günde umursamaz bir tavırla gidişin gibi.

Geride kalan için anlaşılması.

Zor.

Şimdi ben o mermilerden birkaç tane yutsam

Ğırtlağıma kaçsa, nefessiz kalsam. 

Sonra seni hatırlasam.

 

Hani vapurdaydık.

Kıç kısmında.

Denize bakıp hayaller kurmuştuk.

Martılar hayallerimizin takipçisi.

Ve insanlar umurumuzda değildi.

Bir anda dengeni kaybedip hayal perdemize düştün.

Peşinden atladım.

 

Nefessiz kaldım.

Neredesin?

Hayal perdesi.

Deniz ve soğuk.

Mermiler.

Ğırtlağımda.

Konuşamıyorum.

Görüyorum.

Vapur kıçında.

Denizi seyreden bir kadın var.

Ve martılar. 

O beni görmüyor.

Umur değil.

23 Ekim 2016 Pazar

Anne Görünmezlik Pelerinimi Renklilerle Yıkama



Korkuyorum bazen,
Senin beni sevebilme ihtimalini güçlendirmesi için yalvarıyorum ona.
Ya beni görmüyorsa, ya ben görünmez’sem?
Bazen de böyle düşünüyorum.
Şeykspir varsın diyor.
 
Sen beni görmüyorsun ya hani, yok muyum şimdi?
Ben seni düşünüyorum bazen, böyle senin kahramanın falanım
Pelerin ve hatta taytlar felan.
Güçlüyüm kostümü doldurmuşum.
Şey baklavayı sever misin?
 
Acaba pelerinden mi?
Ne? Kostüm satıcısı yoksa bana kahraman pelerini yerine,
Görünmezlik pelerini mi sattı.
Ben inanıyorum bazen öyle.
Kolay kanıyorum.
 
Tanrı beni böyle yarattı.
Annem önce ‘’Allah’’ dememi istemiş daha konuşmazken.
Bense Anne demişim hep.
Şey senle alakalı değil belki ama
Annemi Allah’tan daha fazla sevsem bir şey olur mu?
 
Biliyor musun sadece ben ve Allah senin hakkında
Kimsenin bilmediği bir şey biliyoruz.
Bir şairle aynı gün doğmuşsun… Biliyor muydun?
Ha bir de ‘Yerçekimli Karanfil’lerden hiç oldu mu senin?
Ben mesela, bir oyuncak trenim olsun istemişimdir hep.
 
Şey ben bazen herkesi severim,
Şeykspir’i, Süpermen’i ve Cansever’i çok,
Allah’ı, Annemi ve Seni daha çok severim.
 
Anne görünmezlik pelerinimi,
Renklilerle yıkama!
Anne… Anne…
Bitti.

22 Ekim 2016 Cumartesi

Esmerimsi Dolunay



 

 
 
Bekliyorum yaklaşık bir ay boyunca

Gelmesini esmerimsi dolunayımın

Aydınlatması için gecemi

Hilal, ilk dördün, dolunay

Geldi esmerimsi dolunay

Aydınlanıyor gecem bütün esmerliğiyle

Yine,

Ama o da ne

Kararıyor gecem

Gidiyor esmerimsi dolunay

Son dördün, hilal ve yeni ay

Kayboldu esmerimsi dolunay

Bütün esmerlerden daha esmer bir esmerliğin içinde...



 

24 Temmuz 2016 Pazar

Bir Yazar




 Dostoyevski'ye...
Yazar bu öyküyü kaleme alırken neyi amaçlamıştır? Sorusunu kendisine yöneltti. Kendini tatmin eden bir cevap bulduktan sonra kalemini elinden bıraktı. Yüz sayfadan fazla yazmıştı. Biraz dinlenmek için Ciguli şapkasını- annesi şapkaya bu ismi vermişti- ve Akakiyeviç’in paltosu kadar olmasa da yeni paltosunu yanına alarak dışarıya çıktı. Sokaktaydı. Hava kapalıydı. Buna karşın tatlı bir rüzgar esiyordu. Bu esintiyi hiçbir şeye değişmezdi yazarımız. Esintili havalar onu her daim çocukluğuna götürürdü. Çocukluğu; oturduğu mahallenin kalbi sayılan cami yanlarında geçmişti. Mezarlıklar ve çam ağaçları. Oyun oynarken esen tatlı rüzgar mezarlıkların çevresinde bulunan çam ağaçlarını adeta dans ettirirdi. Severdi  bu yüzden izlemeyi çam ağaçlarını ve hissetmeyi esen tatlı rüzgarı yazarımız. Yazık ki şu an oturduğu sokakta hiç çam ağacı yoktu. Nitekim sokakta gördüğü bütün insanlar ölü gibiydi.

 Ciguli şapkasını kafasına taktı. Durdu. Küçük ablasının ‘’Binnaz’’ şarkısını ona ninni gibi söylediğini anımsadı. Gülümsedi. Ciddileşti. Düşündü. Aşağı? Yukarı? Karar verdi. Paltosunu sırtına geçirdi ve yukarıya doğru yürümeye başladı. Yürüdü. Yürüdü. Bir süre yere paralel gittikten sonra, sokağın başına olan uzaklığı onu tatmin edince durdu. ‘’Herhangi bir sokağın başından döndüğümde kaybolmayı arzuluyorum. Kaybolmayı; bir daha bulunmamak üzere.’’ dedi ve yürümeye devam etti. Sokağın başından dönünceye dek yürümeye devam etti.

 Sokağın başından döndüğünde, geriye doğru sendeledi. Birkaç kitap kuş olup gözünün önünden geçti ve yere kondu. Birine çarpmıştı. Hemen ardından daha dikkatli olması konusunda ikaz edildi. Çarptığı kişi ilk uçma deneyimlerini başarısız bir şekilde sonlandıran kitaplarını yerden toplamaya çalışıyordu. Çarptığı kişinin yüzünü henüz görememişti. O sırada çarptığı kişi yüzünü ondan tarafa çevirdi ve ‘’Daha dikkatli olur musunuz?’’ diyerek ikazını yineledi. Yazarımız işte o an kaybolmuştu. O kadar güzel gözleri vardı ki; onun karşısında kaybolmamak elde değildi. Herhangi bir sokağın başından döndüğünde kaybolmayı arzularken, sonunda bir çift gözde kaybolmuştu yazarımız.

‘’Beyefendi?’’ dedi kadın. Çarptığı kadın. ‘’Bu kadar da patavatsızlık olmaz ki!’’ diye ekledi sonra. Yazarımız o sırada yeni yeni kendine geliyordu. Durdu. Biraz daha durdu. ‘’Öz… ür… eder… im.’’ dedi. Kadın -çarptığı kadın- gülümsedi. Gülüyordu. ‘’Bu diyarlardan uzaklarda, yeni bir galaksi var ediyormuşçasına gülüyordu.’’ diye mırıldandı yazarımız. Kadının yüzündeki gülümseme kayboldu. ‘’Efendim?’’ dedi. Yazarımız hiçbir şey söylemeden koşmaya başladı. Koştu. Koştu. Koşarken ‘’İnsanlara ne kadar muhtaç olursam, onlardan kaçma isteğimde o kadar artıyordu.’’ Sabahattin Ali’nin bir kitabından aklında kalan bir bölümü mırıldandı. Sonra aniden durdu. ‘’Akıllara zarar bir gülüşü var; bu iyi bir şey!’’ dedi ve yürümeye devam etti.


Yanından takım elbiseli iki adam geçti. -Ceketlerinin altından birer Revolver yazarımıza göz kırptı.- Sigara içiyorlardı. Durdu. Ardından teybinden ‘’ Sigaramın dumanına sarsam…’’ şarkısı mırıldanan bir araba geçti. Yazarımız ceplerini kontrol etti. Paltosunun iç ceplerini, pantolonunun ceplerini kontrol etti. Sigarası yoktu. Sigara içmediğini hatırladı. Durdu. Yürümeye devam etti.


Yürüdü. Yürüdü. Saat kaç olmuştu? Durdu. Kendine sorduğu bu soruya cevap bulmak için etrafa göz attı. Az ileride rengârenk bir tabela gördü. Yürümeye başladı. Renkli tabelanın altına gelince durdu. ‘’DOSTOYEVSKİ’’ yazıyordu tabelada sadece. Garipti. Hem sorusuna cevap bulmak için hem de tabelanın gizemini çözmek için tabelanın altındaki kapıdan içeri girdi. İçeri girdiğinde karşısına başka bir kapı çıktı. Kapı demir parmaklıklı siyah bir kapıydı. Demir kapının önünde bekledi bir süre, tam kapının tokmağına dokunacağı sırada ‘’Dur!’’ dedi bir ses. Yazarımız duraksadı. ‘’Dostoyevski’nin en sevdiğiniz kitabını söyleyin!’’ diye ekledi sonra ses. Yazarımız bir an afallamıştı. Bu ses nereden geliyordu? Bu ses kimindi? Yazarımız sesin kaynağını bulmaya çalışıyordu. Buldu da. Ses demir parmaklıklı siyah kapının üzerindeki hoparlörden geliyordu. ‘’Dostoyevski’nin en sevdiğiniz kitabını söyleyin!’’ diye yineledi ses. Yazarımız durdu. Düşündü. Daha önce Dostoyevski hiç okumamıştı. Ancak anımsadığı bir şeyler vardı bu konuda. Tam olarak emin olmayan bir sesle ‘’Yeraltından Notlar?’’ dedi. Dediği kitap ismi -emin değildi- demir parmaklıklı siyah kapıda ‘’Açıl susam açıl!’’ etkisi yarattı. Ve kapı açıldı. Bunu nereden anımsadığını bilmiyordu. Yürüdü ve açılan kapıdan içeri girdi yazarımız. Kapıdan içeri girdiğinde korkunç bir uğultu onu karşıladı. İçeride koca koca insanlar kumar oynuyordu. Boş bir masa gördü. Yürümeye başladı. Boş masaya varana dek yürüdü. Oturdu. ‘’Ne alırsınız?’’ dedi, reşit olmadığını düşündüğü garson. Geçiştirmek amacıyla ‘’Çay!’’ dedi yazarımız. Gitti garson geldi çayla. Parasını peşin istedi verdi yazarımız.

Yazarımız Dostoyevski ‘’Kıraathanesi’’nin duvarlarında saat aramaya başladı. Sonunda sarkaçlı bir saat buldu. Normalde kumar oynanan mekânlarda saat olmadığını zannederdi. Ama burada vardı. Saat karşı duvarda bir Dostoyevski portresinin hemen yanında, saatli maarif takvimi ile aynı çiviyi paylaşıyordu. Saat zannettiğinden daha geçti. Kalkmak için yeltendi. ‘’ Hüüüpt!’’ bardağın sonunda kalan çayı içti. ‘’Püfft!’’ ve püskürdü. Kadını görmüştü. Çarptığı kadın. Güzel gözleri -bütün mısralarını feda edebilirdi- bu kez başka birine bakıyordu. Aynı masada oturduğu kısa boylu bir adama. Adam bir taraftan kumar oynarken diğer taraftan yeni aldığı beyaz renkli Fiat markalı cipinden bahsediyordu. Kısacası bu adam yazarımızın çarptığı kadını etkilemiş görünüyordu. Yazarımız elindeki bardağı masaya bıraktı. Ciguli şapkasını kafasından çıkardı; eline aldı ve yürümeye başladı. Yürüdü. Yürüdü. Kadının yanına varana dek yürüdü. Durdu. Çarptığı kadını hafifliğinden emin olmadığı bir hareketle sarstı. ‘’Ne oluyoruz birader!’’ diyerek yerinden fırladı kadın. Yazarımız böyle bir şeyi niçin yaptığını bilmiyordu. Çok heyecanlanmıştı… Aşık olmuştu. Kadın, yazarımızın gözlerine bakarak ‘’Hey sana diyorum!’’ diye ikazını yineledi. Yazarımız kayıp olmuştu tekrardan. Ama biraz kızgındı kadına; bu sebeple toparlanması zor olmadı.

‘’Ben seni biliyorum; biliyorum çünkü seni gördüm. Ben her zaman ki gibi herhangi bir sokağın başından döndüğümde kaybolmayı arzularken, bir daha bulunmamayı, sen çıkmıştın karşıma. Evet, sen çıkmıştın. O kadar güzel bakmıştın ki kaybolmuştum gözlerinde. Yıllardır kaybolmayı arzuluyordum, hiç var olmamışçasına ve sonunda böyle bir arzum kalmamıştı. Sahi beni görmüş müydün? Yoksa gözünü mü yummuştun seni sevebilme ihtimaline.’’ diye mırıldandı yazarımız.

‘’Efendim?’’ dedi kadın. ‘’Ne diyor bu adam, Arzum?’’ diye atıldı kurt, Beyaz Fiatlı Küçük Prens. Yazarımız şapkasını yavaşça kafasına yerleştirdi ve koşmaya başladı. İlk önce demir parmaklı siyah kapıdan sonra giriş kapısından çıktı. Bunu yaparken şapkalı Speedy Gonzales kadar hızlıydı. Sokağa çıktı. Evinin olduğu sokağa doğru koşmasını hızlandırarak sürdürdü. Koştu. Koştu. Dostoyevski yazan tabela gözden kaybolana kadar koştu. Durdu. ‘’Ona nasıl baktığını gördüm. Ona aşıktı. Besbelli ben de ona öyle bakıyordum.’’ dedi ve koşmaya devam etti.

Eve vardığında saat sabaha yakındı. Yazarımız yatağına uzanmış odanın tavanını seyrediyordu. Ona göre tavan hayal kurmak için fevkalade bir alandı. Beyaz tavan onun yalnız başına kaybolabildiği hayal ülkesiydi. İnsan elinin değmesi bile zordu tavana ve kurduğu hayallere. İşte bu yüzden odasının tavanında hayal kurmak onun için vazgeçilmezdi. Bir süre daha tavanı seyredip hayal kurmayı sürdürdü. Ve uyuya kaldı yazarımız.


 ‘’Beyefendi? Bu kadar da patavatsızlık olmaz ki! Efendim? Ne oluyoruz birader? Hey sana diyorum! Efendim? ‘’

     
Uyandı. Yazarımız uyandı. Ezan okunuyordu. Muhtemelen okunan öğle ezanıydı. Yataktan kalktı. Durdu. ‘’Uyanmak için uyuyor ve uyumak için uyanıyoruz.’’ dedi ve yürümeye başladı. Banyoya varana dek yürüdü. Elini yüzünü yıkadı. ‘’Gece sen uyurken şeytan suratına işer a evladım!’’ diyerek çocukken uyandığında onu banyoya gönderen annesini anımsadı. Aynaya baktı. Gülümsedi ve çıktı banyodan.

Mutfağa girdi. Suyu kaynattı. Tezgahın üstünde dünden kalma bardağı su ile çalkaladı. Sıcak suyu içine boşalttı. Sallama çay yaptı. Bardağı tezgahtan aldı ve oturma odasına doğru yürüdü. Oturma odasında apartmanın olduğu sokağa bakan pencerenin önündeki tekli koltuğa oturdu. Bardağından bir fırt çekti. Sonradan fark etti Ciguli şapkası ile Akakiyeviç’in paltosu kadar olmasa da yeni paltosunun üstüne oturduğunu. Eve geldiğinde onları oraya fırlatmış olmalıydı. Onları almak için neticesini hafiften kaldırdı. Ağzındaki çayı pencerenin camına püskürttü.. Kadını gördü. Çarpıştıkları sokağın başından aşağıya doğru iniyordu. Paltosunu sırtına geçirdi. Ciguli şapkasını başına geçirdi. Bardaktan son bir yudum aldı. Ve koşarak evinden çıktı. Durdu. Baktı. Aşağı? Yukarı? Kadın sokağın aşağısından köşeyi dönmüştü. Aşağı doğru koşmaya başladı. Koştu. Koştu. Sokağın köşesinden döndü. Kadın yoktu. Durdu. Yazarımız kadının bu kadar hızlı olmasına şaşırmıştı. Durduğu yerden seri adımlarla yürümeye başladı. Bu sırada evden çizgili pijamasıyla çıktığının farkına vardı. Ama umrunda bile olmadı. Bir ses geliyordu, bir yerden. Sesi takip ederek adımlarını sıklaştırdı yazarımız.  Sesin kaynağına yaklaştıkça ses daha anlaşılır hale geliyordu. ‘’ Ölüye, diriye; hastaya, sevgiliye! Çiçeek! Çiçeek! Vereyim mi abime çiçek?’’ dedi yazarımıza, yazarımızın reşit olmadığını düşündüğü çiçekçi. ‘’ Evlat! Buralardan az önce bir kadın geçti, gördün mü onu?’’ diye karşılık verdi yazarımız. ‘’ Evet abi, çiçek aldı benden.’’ ‘’Ne tarafa doğru gitti?’’ ‘’Mezarlığa gitti abi.’’ ‘’Hangi mezarlığa gitti?’’ ‘’ Abim, bak şu ilerideki sokağın başından dön, dümdüz git. O sokak çıkmaz sokaktır. Sonunda mezarlık var.’’ ‘’Sağol evlat!’’ Durdu. Durdu. Düşündü. ‘’Ver bakayım bir çiçek! dedi yazarımız.  ‘’Ölüye, diriye; hastaya sevgiliye?’’ ‘’Sevgiliye. Karşılıksız sevgiye. ’’ Çiçekçi sepetinin dibinden kırmızı, hafiften morarmaya başlamış bir gül çıkarıp verdi yazarımıza. ‘’ Niçin bu gül?’’ diye sordu yazarımız. ‘’Kan ve aşkın rengi kırmızıdır. Karşılıksız sevgi ise insanın bir nevi kangren olmasıdır.’’ diye cevapladı çiçekçi. Yazarımız durdu. Durdu. Aklına çizgili pijaması geldi. Sonra bir umutla paltosunun iç cebine elini attı, çıkardı. Mavi. Çiçekçiye verdi. Çiçekçi gülümsedi ve ‘’ Bu da benden ölüye…’’ diyerek sepetinden aldığı bir papatyayı yazarımıza verdi. Yazarımız koşmaya başladı. Koştu. Koştu. Aniden durdu. ‘’Seviyor. Sevmiyor. Seviyor. Sevm…’’ dedi ve koşmaya devam etti.

‘’ÇIKMANSOKAK MENARLIĞI’’ mezarlığın girişinde iki kazığın yukarısına takılmış bir tabelada teker teker harfler çakılmış halde bu yazılıydı. Yazarımızın ‘’Z’’ harflerinin çivilerinin bollaşıp ‘’N’’ harfine dönmüş olabileceğini düşündü. Bu yüzden tabelayı ‘’ÇIKMAZSOKAK MEZARLIĞI’’ diye okudu. Yazarımız mezarlığın girişinde öylece duruyordu. Sanki neden burada olduğunu unutmuş gibiydi. Yazarımızın sağında tabelasında ‘’Palyaço Meyhanesi’’ yazan bir mekan vardı. Meyhanenin girişi cam duvarla örülmüştü, buna karşın içerisi gözükmüyordu. İç taraftan tül perdeler asılmıştı meyhanenin camlarına. Bu yüzden mekan yazarımızda bir merak uyandırmıştı. Yazarımızın solunda ise ufku gözüken boş bir arazi vardı. Denizi andırıyordu. Yazarımız bir anda neden burada olduğunu hatırlamış gibi önce sola baktı, sonra sağa baktı daha sonra tekrar sola baktı ve girdi mezarlığa.

İşte oradaydı. Bir mezarın yanına çömelmiş ağlıyordu. Çam ağaçları içinde bir mezar; mezarlar. ‘’Arzum’un Babası Fethi’’ yazıyordu mezar taşında. Yazarımız bir şey anımsar gibi oldu. Durdu. Durdu. Düşündü. ‘’Arzum!’’ dedi. Arzum’un ağlaması diner gibi oldu ve arkasına döndü. Ağlamaklı gözleri ile –bütün denizleri barındıran- yazarımıza baktı. ‘’Efendim?’’ dedi. Yazarımız yavaşça mezara doğru yürüdü. Arzum’un yanına gelince durdu. Papatyayı mezarın üstüne koydu; gülü Arzum’a uzattı. Arzum ‘’Ne oluyoruz birader?’’ diyerek çıkıştı yazarımıza. Yazarımız bu tepkiyi beklemiyordu. Durdu. Durdu. Gözlerini kaçırarak ‘’ Seni seviyorum Arzum!’’ dedi ve koşmaya başladı. Mezarlıktan çıkmak üzereydi. Yanından üç adam geçti. Biri elinde bir buket papatya olan kısa boylu bir adam, diğer ikisi takım elbiseli -ceketlerinin altından birer Revolver yazarımıza göz kırptı.- sigaralarını tüttüre tüttüre kısa boylu adamı takip ediyordu. Yazarımız onların yanından geçti ve koşmasını sürdürdü. Mezarlığın girişinden çıktı. Palyaço Meyhanesi’nin önünde durdu. Elindeki gülü farketti. Düşündü. Geri dönmeli miydi? Geri? İleri? Paltosunu ve Ciguli şapkasını düzeltip geriye doğru yürümeye başladı. ‘’ÇIKMANSOKAK MENARLIĞI’’ yazan tabelanın altınd… Bir el silah sesi. Durdu. Sessizlik. Peş peşe iki el silah sesi daha duyuldu. Yazarımız peş peşe gelen silah seslerinden sonra adeta mum gibi yere çakılı kalmıştı.

Mezarlıktan çıkarken gördüğü üç adam seri adımlarla yazarımıza doğru geliyorlardı. Kısa boylu adam koşarak yazarımızın yanından geçti. Takım elbiseli diğer iki adam ‘’ Babasını öldürdüğümüz gibi onu da öldürdük.’’ diyerek seri adımlarla kısa boylu adamı takip ettiler. Daha önce yazarımızın solunda kalan boş arazideki beyaz arabaya bindiler. ( Yazarımız daha önce bu arabayı farketmemişti.) Yazarımız bir şey hatırlamış gibi: ‘’ Beyaz Fiatlı Küçük Prens!’’ dedi. Evet, bu oydu. Beyaz Fiatlı Küçük Prens arabayı çalıştırdı. Arabanın çalışmasıyla teypten şarkı çalmaya başladı. ’’Sigaramın dumanına sarsam, saklasam…’’ Sonradan o takım elbiseli iki adamı da tanıdı. Araba yavaşça çıkmaz sokağın girişi yönüne doğru döndü ve hızlanarak uzaklaştı. Yazarımız durdu. Durdu. Sonra aydınlanmış bir yüz ifadesiyle ’’Haa!’’ dedi.

‘’Onu takip ediyorlardı. O ise intikam peşindeydi. Onunla çarpıştığımızda yere düşen kitaplar Dostoyevski’nin kitaplarıydı. Beyaz Geceler, Öteki ve en üstte Yeraltından Notlar. Arzum Dostoyevski Kıraathanesinde yalnızca Beyaz Fiatlı Küçük Prens’i etkilemeye çalışıyordu. O bakışlar aşkla bakan gözler değildi. O gözler intikam doluydu. O sadece babasını öldüren, muhtemelen kumar borçlarından dolayı, adamlardan intikam almak istiyordu. Ve sonunda başarısız olmuştu.’’ Durdu. Bir süre sadece öyle bakındı. Sonra bir şey hatırlamışçasına koşmaya başladı. ‘’Arzum?’’ Koştu. Koştu.

Arzum’un cansız bedeni babasının mezarı yanında öylece uzanmış yatıyordu. Mezarın üstünde bıraktığı papatyaya sevdiği kadının kanı bulaşmıştı. Sevdiği kadının sırtı yazarımıza dönüktü. Yüzünün dönük olduğu tarafta bir buket papatya vardı. Yazarımız son kez sevdiği kadının gözlerine bakmak istiyordu.  Yavaş adımlarla Arzum’a doğru yürümeye başladı. Yürüdü. Yürüdü. Durdu. ‘’ Bir gün birine aşık olursun, onun için şiirler yazarsın, uykusuz kalırsın, hatta onun için öldüğün her gecenin sabahına yeniden doğmak zorunda kalırsın; buna rağmen onun hiç umurunda olmaz bu yaşananlar. Sen bilirsin, seni hiçbir zaman sevmeyecek. İşte o vakit o gözlere bakmak ızdırap vericidir senin için.’’ dedi yazarımız. Arzum karşılık vermedi.


Eğildi yazarımız ve elindeki hafiften morarmış gülü Arzum’un ayağının altına bıraktı. Uzun süre orada oturdu. Sanırım onu özleyecekti. Hava kararmaya başlamıştı. Yavaşça eğilip Arzum’un sırtından düşen elini defalarca öptü. Çok soğuktu. Ayağa kalktı. Ciguli şapkasını eline aldı. ‘’ Şairin de dediği gibi -Ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün…- ’’ dedi.  Ciguli şapkasını kafasına taktı ve gerisin geri yürümeye başladı. Yürüdü. Yürüdü. Mezarlıktan çıktı. Elleri üşümüştü. Durdu. Arzum’un elini öptüğünde elinin buz gibi soğuk olduğunu anımsadı. Palyaço Meyhanesi’ne baktı. İçeri girmeye karar verdi. Meyhaneye girerken arkasında bıraktığı boş arazi umrunda bile olmadı. Kapıda onu uzun saçlı bir adam karşıladı. ‘’ Hoş geldin birader! Seni şöyle alayım.’’ dedi. Ve mekanın orta yerinde olan masayı işaret etti. Yazarımız oturdu. Ciguli şapkasını çıkartıp masanın üzerine koydu. Meyhanede yazarımız dışında kimse yoktu. ‘’Rakı? Balık? ‘’ dedi Uzun Saçlı Adam. ‘’Çay var mı?’’ diye sordu yazarımız. Uzun Saçlı Adam ‘’ Ben sana rakı getireyim birader; burada racon böyle!’’ dedi ve yazarımızın arkasında kalan bir kapıdan- giriş kapısına paralel bir kapı- dışarı çıktı

Yazarımız etrafı incelemeye başladı. Zemin katranlı tahta döşemelerdendi. Masalar dörder sandalyeli ahşaptandı. Duvarlar beyaza boyanmış, birkaç tanıdık tablo ile doldurulmuştu. İkisi kapılı dört duvar vardı. Kapısız olan duvarlardan birinde ‘’ Rakı doldur yine eksildik biraz!’’ yazılıydı, bu duvara paralel olan duvarda ise ‘’ Balıkları öldükten sonra ancak bir balık çorbasında yüzerken görürüz.’’ yazılıydı. Burası garip bir yerdi. Giriş kapısının bulunduğu duvarla ‘’Rakı doldur yine eksildik biraz!’’ yazılı duvarın birleştiği köşede 32 ekran tüplü bir televizyon vardı. Televizyonun kapalı ekranından kendini görebiliyordu. Hemen arkasında dik silindir bir soba vardı. Küçük camından odunlar gözüküyordu. Yazarımızın elleri hala daha üşüyordu. Isınmaları için ellerini birleştirip içine sıcak nefesini üfledi. Yararsızdı.

Uzun Saçlı Adam, buzlu bir bardakla çıkıp geldi sonunda. Bardağı masaya koydu. ‘’Üşüdüysen sobayı yakayım birader!’’ dedi. ‘’Farketmez kardeş!’’ diye cevapladı yazarımız. Bir bardak rakıyla sıkı fıkı olmuşlardı. Gitti sobayı yaktı. Yan masaya oturdu masanın üzerindeki kumandayı alıp televizyonu açtı. Yazarımız artık televizyonda gözükmüyordu. ‘’ Buzullar gün geçtikçe eriyor, deniz seviyesinin yakın tarihte aşırı derecede yükselmesi bekleniy…’’ Haberler. Yazarımızın elleri bu haberi duyduktan sonra daha da üşüdü. Önündeki bardağın dışından su damlaları seri şekilde süzülüyordu.  Bardak ağlıyor gibiydi. İçindeki buzlar bardağın üstüne çıkmıştı. Uzun Saçlı Adam…’’ Birader benim adım Metin!’’ dedi Uzun Saçlı Adam. ‘’Efendim?’’ diye karşılık verdi yazarımız. ‘’Benim adım Metin!’’ yineledi Uzun Saçlı Adam. ‘’Anladım.’’ dedi yazarımız; anladığını belirtti yazarımız.

Metin televizyonun sesini kıstı. Bu sırada yazarımız bardağa dikkat kesilmişti. Bardağın dışından süzülen su damlaları birden çoğalmaya başladı. Yazarımızın elleri çok üşüyordu. Giriş kapısı açıldı. ‘’ Abi mendil alır mısınız?’’ dedi ve yazarımızın masasına yaklaştı, yazarımızın reşit olmadığını düşündüğü mendilci. Yazarımız bir şey anımsıyormuş gibi oldu. Durdu. Durdu. Düşündü. ‘’Ver bakayım bir tane, evlat!’’ dedi. Mendilci bir paket mendil verdi. Yazarımız paketi açtı ve bir tane mendil aldı içinden. Masanın üstündeki bardağı kaldırdı ve mendili altına koydu. Mendil bardağın altında olan suyu tamamen çekti. Ardından yazarımız bardağı mendilin üstüne koydu. Paketin üzerine baktı. Papatya Mendil. Paketi paltosunun iç cebine koydu. Yazarımız diğer ceplerini karıştırdı. Yoktu. Ayağa kalktı. Masanın üstünden Ciguli şapkasını aldı. Kafasına taktı. Mendilin üstünden bardağı aldı ve bitirine kadar içti. Yerine koydu. ‘’Yok!’’ dedi yazarımız mendilciye. Mendilci durdu. Durdu. Montunun altından bir revolver çıkardı. ‘’Beyaz Fiatlı Küçük Prens’in selamı var!’’ dedi ve elindeki revolverı ateşledi mendilci. Yazarımız durdu. Sessizlik. Sonra iki kez ateşlendi revolver. Yazarımız hala ayaktaydı. Tam kalbinden vurulmuştu. Kalbinin üzerinden su damlamaya başladı. Su damlaları kısa sürede çoğaldı. Meyhanenin katranlı döşemeleri ıslandı. Giriş kapısı açıldı. Karşıdaki boş arazide dev dalgalar belirdi. Hızlıca meyhaneye doğru yaklaşıyorlardı. Kısa süre sonra dev dalgalar meyhaneyi dövmeye başladı. Meyhane tabanından tavanına kadar su dolmuştu. Yazarımız ‘’ Balıkları öldükten sonra ancak bir balık çorbasında yüzerken görürüz.’’ Diye mırıldandı. Yazarımızın aşık bedeni suya daha fazla karşı gelemedi ve dibe çöktü. Ciguli şapkası ise suyun yüzeyine çıktı.

‘’Arzum?’’

‘’Efendim? Bu kadar da patavatsızlık olmaz ki! Beyefendi? Ne oluyoruz birader? Hey sana diyorum! Efendim?’’

3 Haziran 2016 Cuma

Celali İsyanlarına Dair Amatör Bir Çalışma

 Hızla tarlaya doğru koşuyordum. Bizim oğlanlar haber etmişti. Benim büyük oğlan memuru dövüyormuş. Hayırdır inşallah. Şu dünyada oğullarımdan başka nem kaldı ki.
 Uzun sayılabilecek bir koşturmacanın ardından tarlaya vardım. Tam karşımda oğlum kanlar içinde yerde yatıyordu. Arazinin eğiminden olacak ki oğlumun karın boşluğuna saplanmış hançerden fışkıran kanlar neredeyse beş kulaç öteye varmıştı. Arazinin eğimiyle kanların uzaklaşma mesafesini oranladığımızda ise oğlumun benim tarafımdan uzun sayılabilecek bir süre orada öylece yattığı sonucuna varıyorduk. Bu manzaranın bende bıraktığı etkiden olacak ki gözlerimden fışkıran yaşlar sakallarımdan damla damla süzülerek iki pabucumun arasında minnacık bir göl oluşturmuştu. Ve tabi yine görmüş olduğum manzaradan olacak ki -yaptığım koşturmacanın etkisi çoktur bunda- hızla ısınan vücudum sanki bir yerden sonra kaynayacakmış gibi. Ve bunların üzerine bir de havanın sıcaklığı eklenince bir insan evladı için hiç de hoş olmayan bir durumla başbaşa kalıyordum.
 Biraz sonra oğlumun yerde yatan bedenine doğru gitmek istedim. Gözlerimde biriken yaşları geçiştirmek amacı ile iki elimi yumruk yaparak gözlerimi ovaladım. Sersemliğim üzerimde olduğu için sendeledim. Az kalsın yere düşüyordum. Düşmüştüm belki de. Zor da olsa oğlumun yanına varabildim. O baygın suratına baktığımda çoktan öldüğünü anlamıştım. O esnada içimden nasıl geldiyse haykırdım. Bütün köylü tarlanın başından bizi izliyordu. Küçük oğullarım köylülerin arasından fırlayıp yanıma geldiler. Dizlerinin üzerine oturup ağlamaya başladılar. Biraz sonra ayağa kalkıp hızla köylülere doğru yürüdüm. Büyük bir hiddetle kafamdaki soru işaretlerinin giderilmesi için gönüllü bir insan talep ettim. Uzun süren bir sessizlik ortamı oluştu. Bu ortam yüzünden köylülere sinirlendim fakat onların gözlerine bakınca duyduğum duygu beni pişman etti. Bir an için onların kendi insanlarım olduğunu unuttuğumdan utandım. Yüzlerine baktım, teker teker hepsinin yüzlerine baktım. Hepsinin yüzünde kendi yüzümü, hepsinin yüzünde kendi çaresizliğimi gördüm.
 Sonunda biri “Ben gördüm Zünnun baba” diyerek öne çıktı. O an onunda gözlerinden yaşlar gelmeye başladı. Kısa bir zaman bakıştık. Sonra kafasını yere eğdi. Haykırmak ister gibi bir hali vardı. Biraz bekledim ve ardından kekeleyerek “ne gördün oğul” diye seslendim. Hafifçe başını kaldırarak bana baktı ve hıçkırıklarına hakim olmaya çalışarak anlatmaya başladı. Pürdikkat onu dinlemeye çalışıyordum. Ağzından çıkan kelimeler içimde yanan ateşe rüzgar oluyordu. Artık dayanamayacak noktaya ulaşmıştım. Kocaman bir çığlık attım. Bir anda herkes susmuştu. Yalnız kendi sesimin yankısını işittim. Duyduklarımı anlamaya çalıştım. Aklıma oğlanın ağzından çıkan “akçe” kelimesi hançer misali. Ah şu kör olası akçe. Akçe denen merete oğlumu şehit verecektim demek. Yüce Osmanlı(!) üç dünyaya da el atmış osmanlı devleti bizim gibi yoksul insanların ekmeğine göz dikecekti demek. Demek sen haklıydın be Bedreddin. Ah be İsmail Şah yaşayacaktın da gelip kurtaracaktın bizi şu kan emicilerin elinden. İsmail şah da öldü ya oda kavuştu maşuka. Şimdi sıra bizdedir belki. Belki de Osmanoğullarında.
 Sessizlik devam ediyordu. Gözlerimden akan yaşın durduğunu farkettim. Hemen oğullarıma dönerek kardeşlerinin cesedinin kaldırılmasını emrettim. Sonra tekrar insanlarıma  bir göz gezdirdim. İçimde yanan ateşin göz pınarlarımı kuruttuğunu hepsi fark etmişti. Hepsi yanmaya hazırdı sadece ufak bir kıvılcıma ihtiyaçları vardı. Onlara istediklerini vermeye hazırdım.

 Büyük bir öfkeyle konuşmaya başladım. Az bir zaman sonra önceki gözleri yaşlı ihtiyardan eser kalmamıştı. Öfkem kelimelerime, kelimelerim insanlarıma öyle güzel hükmediyordu ki bütün bu yaşananların gerçekçiliğinden emin olamıyordum. Ve buna emin olamama rağmen konuşmam fire vermiyordu. Ben konuştukça karşımda ki o gariban insanlar canlanıyordu. Sanki ölmek üzere bir çiçeğe su veriyordum ve bu çiçek dev bir eşek arısını sokmaya hazırlanıyordu.
Gece olmuştu. Bütün köy ayaklanmıştı. Çevre köylere haber yollanmıştı yeni oluşmuş pek de düzenli sayılamayacak ve gitgide büyüyen bir ordu tüfeklerle sopalarla Bozok’a doğru ilerliyordu. Sancak beyi Mustafa bu kinin mutlak kurbanı olacaktı. Bu kadar büyük bir öfkeyi ellerimde tutuyordum ve bu bana hiç de ağır gelmiyordu kendimi sanki bir önceki andan daha nüfuzlu ve daha öfkeli hissediyordum. Hedefe yaklaştıkça irademe hakim olmakta güçlük çekiyordum ama sanki bu irade giderek daha nesnevi bir hal alıyordu. Giderek topluma yayılıyordu. Bu durum ayaklarımı yere daha sağlam basmamı sağlıyordu. Kapana basmayız inşallah.
 Mustafa beyin konağı görülmüştü. Fazla yüksek olmayan bir tepenin üstüne kurulmuş iki katlı bir sancak beyı konağıydı. Ama konağın muhtemel muhafız kapasitesi bizim sayısal üstünlüğümüzle kıyaslanınca ortaya gülünç bir manzara çıkıyordu.

 Mustafa beyin ölüsü karşımda yatıyordu. Bu noktaya gelinceye kadar olup biten şeyleri tahmin edebiliyorsunuzdur herhalde. Manzaranın gülünçlüğü o manzaradan sonra oluşacak muharebede ortaya çıkacak potansiyel öfkeyi de azaltmıştı. Bizim sayısal üstünlüğümüz ve çok geniş bir saldırı mevzimizin olması, kontrollü bir öfke ile düşman hedeflerine kolayca taaruz imkanı vermişti. Ve bu olanağım tarafımızca mükemmel kullanılması bizi harp meydanında mutlak galip duruma getirmişti.

 Bu galibiyetten sonra artık devlet denilen karmaşık olduğunu sandığım yapının aslında o kadar da karmaşık bir yapı olmadığını anlamıştım. Çünkü bu kadar küçük bir zafer bize devletleşme yolunda büyük bir  adım attırmıştı. Bunca yıldır bana anlaşılmaz gelen devlet aslında basit bir manevi güçmüş meğer. Tıpkı akçe gibi basit bir manevi güçmüş devlet. Ve bu iki manevi güçte birbirine muhtaç. Daha doğrusu akçe insanları devlete bağlayan bir maneviyat. Bizim cebimizden uzun bir zamandan beri akçelerimiz alınıyor. Ve bizi devlete bağlayan pek de fazla maneviyat kalmadı. Dinimize de pek ılımlı yaklaşılmıyınca artık devlet ile bizim aramızda bir köprü kalmadı. Ve akçesiz kalan bizlerin karnı acıktı. Karnımız acıktığında ise devlet denen o anlaşılmaz şeyin ne olduğunu anladık. Anlayınca da devlet olduk.

 Büyük bir coşku içinde devletimiz hızla büyüyordu. Bütün çevre vilayetlerde yeni kurulan devletin bağımsızlık mücadelesi veriliyordu. Tımarların çoğunu kendi safımıza çekebilmiştik. Osmanlı egemenliğinin artık bu topraklarda son bulması gerekiyordu. Gittiğimiz her yerdeki yerel Osmanlı kuvvetlerini teker teker yok ediyorduk. Güneye doğru ilerliyorduk.  Denize kadar ne kadar Osmanlı sembolü varsa hepsini defedecektik. Sayısal olarak üstün olmamızdan ve giderek büyüdüğümüzden dolayı bu pek de uçuk bir hayal değildi.

 Bunca insanın benim gibi pek de önemli sayılamayacak bir adamın etrafımda toplanması açıkçası biraz garip. Bu durumun benim açımdan garip olması benle hiç alakası olmayan insanlar açısından da garip midir acaba. Neden garip olsun ki?. Olan bir şey nasıl garip olabilir. Ama ben bütün bu olanları garip olarak tanımlıyordum. Evet sorun da zaten buydu. Benim görmem. Peki benim bu durumu garip olarak görmem benim aslında göremediğimin mi ispatıdır? Eğer ben görebilseydim yaşanabilecek her türlü ihtimal bana garip gelmezdi. Eğer görebilseydim böyle büyük gariplikler olurmuydu peki? Zaten gördüğüm için her türlü ihtimalin en doğrusunu seçerdim ve garip denen durum sadece bir sav olarak kalırdı.
 Fazlaca kan. Kayseri ovalarında oldukça sinirli olan Osmanlı birlikleri tarafından basılmıştık. Ve büyük umutlarla kurulan yeni devlet var olma mücadelesi vermekteydi. Şuan ki izlenimlerime göre yeni devlet uzun sürmeden yok olacaktı.
İnsanlarım hızla ölüyordu. Ve üzerime öfkeli bir asker koşmaktaydı. Elindeki güneşte parlayan ve ucu hafiften paslanmış kılıcı ile adeta gulyabani gibi bana korku veriyordu. Ama korkmamalıydım. Benim kaçmam ordumum dağılması demekti. Kaçarsam da ölecektim zaten. Kaçamadım. Neden olduğunu bilmiyorum ama burnum kanamaya başladı. Çevremdeki insanlara baktım. Hepsi teker teker can vermekteydi. Bu kadar insan benim yüzümden can vermekteydi. Ama hepsi halinden memnun görünüyordu. Bu görüntü pişmanlığıma engel olamadı. Gözlerimden hafif yaşlar gelmeye başladı. En son kalbime giren demiri hissettim...