29 Ekim 2015 Perşembe

Deli






            Nefes alamıyorum. Pencereler iflah etmiyor artık. Boğuluyorum duvarların arasında. Duvarlar hareket ediyor gibi geliyor. Korkuyorum. Zihnim bulanıyor. Kafamın içinde beni çıldırtmaya yetecek güçte sesler var.        Gözlerimi yumduğumda ciğerlerim soluklanması geliyor gözlerimin önüne. Uzun yıllar içtiğim sigara, ‘’ Seçim vaadi olarak yol yapacağım! ’’ diyen bir siyasetçi misali katran dökmüş ciğerlerime. Ciğerlerim dayanamayacak gibi. Kendimi kaybediyorum. Benliğimi. Her soluk verişimde bu kayboluş katlandıkça katlanıyor. Ciğerlerim dayanamayacak gibi.

            Sigara içiyorum, yıllardır. Sandalyesine oturduğum masanın üstü kalitesiz sigara izmaritleri ile dolu. Yanmış tütün kokusu bütün odayı sarmış durumda. Nefes alamıyorum. Pencereler iflah etmiyor artık. Dayanamıyorum. Güçlü benliğim giderek zayıflıyor. Benliğim faşizan duygularını kaybediyor. Gün geçtikçe zayıflıyorum. Bedenim ölmeyi arzularken; ruhum dünyaya kazık çakmanın peşinde.

            Sigara içiyorum. Ciğerlerim dayanamayacak gibi. Kelimeler ömrümü kısaltıyor. Konuşamıyorum. Korkuyorum konuşmaktan. Ailemi, geçmişimi, aşık olduğum kadını kimseye anlatamıyorum. Kelimeler ömrümü kısaltıyor. Bedenim konuşacak gibi ama ruhum… Ruhum buna engel oluyor.

            Nefes alamıyorum. Pencereler iflah etmiyor artık. Sigara içiyorum. Ciğerlerim dayanamayacak gibi. Günahlarım, beni affedilmez yapıyor. Büyüdükçe çocukluğumuzu kaybetmiyoruz, saflığımızı kaybediyoruz. Biz büyüdükçe günahkar çocuklar olmaya başlıyoruz. Bunun farkına varıyorum. Ben günahkar bir çocuk olmaya başladım. Ve günah denizimde boğuluyorum. Duvarlar hareket ediyor gibi. Deli değilim. Ben deli değilim. Ben hiç deli olmadım; belki de bu yüzden bu konuda pek emin değilim. Deli değilim. Deliriyorum.

            Yıllardır içiyorum sigara. Dayanamayacak gibi ciğerlerim. Alamıyorum nefes. İflah etmiyor artık pencereler. Boğuluyorum. Hareket ediyor gibi duvarlar. Deli değilim ben. Ömrümü kısaltıyor kelimeler. Günahkar bir çocuğum artık ben. Bedenim konuşacak gibi ama ruhum… Deli değilim. Deliriyorum.

28 Ekim 2015 Çarşamba

Klarnetçi'nin Seyir Defteri

 Ne de çok özlemişim kanunizademi. Daha dün gibi aklımda; ne kadar da güzel tıngırdatırdı tellerini. Hele birde mızrabı öyle güzel kavrardı ki o narin ve bir o kadar güçlü parmaklarıyla. Sanki mızrap bedeninin bir uzvu gibi gidip gelirdi teller arasında. Yaptığı nihavend, hicaz taksimler her seferinde beni hüzne boğardı. Hele birde uşşak makamından girdimi kendimi ağlamamak için zor tutardım...

 Ne güzel günlerdi. Geçmiş zamanlarda onunla düet yapma lütfuna eriştiğim için şükretmeliyim belki de. Ya da gelecek zamanların belirsiz olduğu için sitem. Artık nefesiyle başbaşa bir klarnetçi olarak buruk özlemler taşımam; nefesime olan sadaktimi sarsmayacak elbette. Bilakis sanatımı yaparken ki tutkumu katbekat çoğaltacak. Fakat pozitif ilhamları tadarsam sanatımım gerileyeceğini de sanmıyorum. Sadece içimdeki umut...

 Keşke daha farklı mekanlarda karşılaşsaydık. Zamanın değerini yitirdiği biryerde...

Bir gün gelecek...
Veya her gün...


17 Ekim 2015 Cumartesi

Çelişki

"Olmak ya da olmamak. İşte bütün mesele bu..."
 Ne kadar iyi niyetli bir yazardır ki; bütün kainatın en büyük problemini bu kadar masumane bir tavırla önümüze seriyor. Aynı zamanda ne kadar arsızca bir deyişdir ki bu; kainatımızın en büyük problemini bu kadar masumane bir tavırla önümüze seriyor. Ne kadar çelişkili bir durum.

 Çelişki... Ne kadar da çok şey birbiriyle çelişiyor. Ve yahut çelişmiyor. Çelişen şeyler yalnızca kelimelerimizdir belki de. Belki de daha soyut şeylerimiz. Kelimelerin ötesindeki fikirlerimiz çelişebilir mi sizce? Sonsuz farklı kombinasyonu olabilecek bir eylemin aynı düzlemde karşılaşma ihtimalı var mıdır? Peki böyle bir ihtimali hesaplamaya çalışmak anlamlı mıdır? Peki böyle bir soruyu sormaya kalkışmak? Anlamlıdır belki. Belki de anlamsız.

 Peki bu bilinmezlik hep böyle devam mı edecek?

 Bilmiyorum...

8 Ekim 2015 Perşembe

Manzara

 Uçsuz bucaksız bir orman. Çam ağaçları tıpkı bir çivili yatak gibi uzanıyor semaya. Islak bir yağmur var havada. Güneş ise kaybolmuş bulutların arkasında.

 Bir ev var bu manzaranın karşısında. Büyük bir ev. Taş duvarları aynı bir kalenin duvarlarını andırıyor. Ağaç balkonu minimal bir doğallık kazandırmış. Paslı sacları ise günümüz modernitesinin çaresizliğini anlamlı bir şekilde betimliyor.
 Evin balkonunda oturuyor kırmızı bir sandalyeye. Zamanında bireysel hazlarına yaptığı yatırımlardan dolayı yağan yağmurdan pek etkilenmiyor. Önünde küçük bir masa var, masanın üstünde ise bir demlik çay . Demliğin yanında ince belli bir çay bardağı. Maziden kalan alışkanlıklarından dolayı bir küp şekerin yarısını avucuyla kırıp öyle çaya katıyor. Daha sonra çay kaşığını alıp bardağa değdirmeden karıştırmaya başlıyor. Bardağı yavaşça dudaklarına götürüyor. Hüpürdetmeden bir yudum aldıktan sonra aynı yavaşlıkla tekrar geri koyuyor. Sistematik bir biçimde bunları demlikteki çay bitene kadar devam ediyor.
 Demlikteki çay bittikten sonra kollarını yukarı doğru kaldırarak uzunca bir müddet esniyor. Yılların durgunluğunu bu şekilde erteledikten sonra ceketinin iç cebindeki pilli radyosunu çıkartıp masanın üzerine koyuyor. Bulduğu ilk frekansı dinlemeye koyuluyor. Hatrına işlemiş ezgiler onu biraz hüzünlendiriyor. Dirseğini masaya dayayıp yanağını avucuyla kavrayarak karşısındaki efsunlu manzaranın içinde kayboluyor.

 Uzun zamanlardır gerçekleştirdiği eylemlerin belki de en heyecan vericisiydi bu manzarayı izlemek. Düzenli olarak her gün uyanıp kahvaltısını ettikten sonra kitabı, çayı, radyosu ve zihniyle beraber koyulurdu bu manzaranın karşısına. Sabah kahvaltısının verdiği enerji ile birlikte ilk iş olarak kitabını okumaya başlardı. Günlük düzenli bir okuma planı yoktu. Kendini tatmin edene kadar okurdu. Bazı günler kolay tatmin olmazdı. Bazı günler ise sıkılırdı çabucak. Ardından hemen koyulurdu manzarayı izlemeye. Kızardı elbet hayatındaki en anlamlı bütünlerden birinin basit bir "manzara" ile adlandırıldığını bilse. Çelişkili bir "basit" bile daha yüce bir kelime olarak gözükürdü gözüne. Böyle bir müptelaydı...

 Bir insan neden o kadar da sıradışı olmayan bir mekana bu kadar fazla değer verirdi ki?
Bir görüntü nasıl bu kadar tamamlayıcı olabilirdi? Nesnelere değer vermenin bir sakıncası olmadığını biliyordu fakat karşısındaki şey bir nesne değildi. Bir sürü nesnenin bir araya gelerek oluşturduğu bir topluluk. Bir sürü rengin bir araya gelip oluşturduğu bir tablo gibi. Yani karşısındaki şey; bir tablonun binlerce kez büyütülmüş hali miydi? Ve yahut kendisi binlerce kez küçültülmüştü. Sürekli tekrarlanan evrende boyutların önemsiz olduğunu düşünüyordu. Tekrarların aynı olmasına rağmen kendisinin bir çıkar yol bulamaması, saçmalığa olan hayranlığının katbekat artmasına yardımcı oluyordu. Hayranı olduğu saçmalığın diğer saçmalıklardan daha saçma olduğunu saçmalayanlara karşı beynindeki saçma sapan fikirlerinin en saçma ve aynı zamanda en akılcı yol olduğunu düşünüyordu.

 Bu manzaranın sembolistik gücünü o ana dek gördüğü hiçbir sanatsal eserde keşfedememişti. Sanatla olan haşir neşirliğinide göz önüne alırsak kelimenin tam anlamıyla görmüş olduğu en iyi natural eserin karşısında sabahtan akşama dek oturmak, hayatındaki en büyük talihi piyangoda amorti tutturmak olan birine göre gayet ideal bir şanstı. Bundan daha iyisi ise manzaranın olmasa bile eserin mimarı olmaktı. Farkında olmadan, kendine özel bir eser yaratmıştı. Farkında olmadan bütün maneviyatını birkaç yüz ağaca nakletmişti. Farkında olmadan ölümsüzleşmişti.

Belki sonsuza dek balkonunda oturup çay kaşığını bardağa değdirmeden değdirmeden çayını karıştıramayacak. Belki manzara sonsuza dek orda öylece kalmayacak. Fakat bütün hisleri, bütün anıları yani bütün maneviyatı fiziksel yahut kimyasal değişim gösterseler bile hep buralarda biyerlerde olacaklar...