3 Haziran 2016 Cuma

Celali İsyanlarına Dair Amatör Bir Çalışma

 Hızla tarlaya doğru koşuyordum. Bizim oğlanlar haber etmişti. Benim büyük oğlan memuru dövüyormuş. Hayırdır inşallah. Şu dünyada oğullarımdan başka nem kaldı ki.
 Uzun sayılabilecek bir koşturmacanın ardından tarlaya vardım. Tam karşımda oğlum kanlar içinde yerde yatıyordu. Arazinin eğiminden olacak ki oğlumun karın boşluğuna saplanmış hançerden fışkıran kanlar neredeyse beş kulaç öteye varmıştı. Arazinin eğimiyle kanların uzaklaşma mesafesini oranladığımızda ise oğlumun benim tarafımdan uzun sayılabilecek bir süre orada öylece yattığı sonucuna varıyorduk. Bu manzaranın bende bıraktığı etkiden olacak ki gözlerimden fışkıran yaşlar sakallarımdan damla damla süzülerek iki pabucumun arasında minnacık bir göl oluşturmuştu. Ve tabi yine görmüş olduğum manzaradan olacak ki -yaptığım koşturmacanın etkisi çoktur bunda- hızla ısınan vücudum sanki bir yerden sonra kaynayacakmış gibi. Ve bunların üzerine bir de havanın sıcaklığı eklenince bir insan evladı için hiç de hoş olmayan bir durumla başbaşa kalıyordum.
 Biraz sonra oğlumun yerde yatan bedenine doğru gitmek istedim. Gözlerimde biriken yaşları geçiştirmek amacı ile iki elimi yumruk yaparak gözlerimi ovaladım. Sersemliğim üzerimde olduğu için sendeledim. Az kalsın yere düşüyordum. Düşmüştüm belki de. Zor da olsa oğlumun yanına varabildim. O baygın suratına baktığımda çoktan öldüğünü anlamıştım. O esnada içimden nasıl geldiyse haykırdım. Bütün köylü tarlanın başından bizi izliyordu. Küçük oğullarım köylülerin arasından fırlayıp yanıma geldiler. Dizlerinin üzerine oturup ağlamaya başladılar. Biraz sonra ayağa kalkıp hızla köylülere doğru yürüdüm. Büyük bir hiddetle kafamdaki soru işaretlerinin giderilmesi için gönüllü bir insan talep ettim. Uzun süren bir sessizlik ortamı oluştu. Bu ortam yüzünden köylülere sinirlendim fakat onların gözlerine bakınca duyduğum duygu beni pişman etti. Bir an için onların kendi insanlarım olduğunu unuttuğumdan utandım. Yüzlerine baktım, teker teker hepsinin yüzlerine baktım. Hepsinin yüzünde kendi yüzümü, hepsinin yüzünde kendi çaresizliğimi gördüm.
 Sonunda biri “Ben gördüm Zünnun baba” diyerek öne çıktı. O an onunda gözlerinden yaşlar gelmeye başladı. Kısa bir zaman bakıştık. Sonra kafasını yere eğdi. Haykırmak ister gibi bir hali vardı. Biraz bekledim ve ardından kekeleyerek “ne gördün oğul” diye seslendim. Hafifçe başını kaldırarak bana baktı ve hıçkırıklarına hakim olmaya çalışarak anlatmaya başladı. Pürdikkat onu dinlemeye çalışıyordum. Ağzından çıkan kelimeler içimde yanan ateşe rüzgar oluyordu. Artık dayanamayacak noktaya ulaşmıştım. Kocaman bir çığlık attım. Bir anda herkes susmuştu. Yalnız kendi sesimin yankısını işittim. Duyduklarımı anlamaya çalıştım. Aklıma oğlanın ağzından çıkan “akçe” kelimesi hançer misali. Ah şu kör olası akçe. Akçe denen merete oğlumu şehit verecektim demek. Yüce Osmanlı(!) üç dünyaya da el atmış osmanlı devleti bizim gibi yoksul insanların ekmeğine göz dikecekti demek. Demek sen haklıydın be Bedreddin. Ah be İsmail Şah yaşayacaktın da gelip kurtaracaktın bizi şu kan emicilerin elinden. İsmail şah da öldü ya oda kavuştu maşuka. Şimdi sıra bizdedir belki. Belki de Osmanoğullarında.
 Sessizlik devam ediyordu. Gözlerimden akan yaşın durduğunu farkettim. Hemen oğullarıma dönerek kardeşlerinin cesedinin kaldırılmasını emrettim. Sonra tekrar insanlarıma  bir göz gezdirdim. İçimde yanan ateşin göz pınarlarımı kuruttuğunu hepsi fark etmişti. Hepsi yanmaya hazırdı sadece ufak bir kıvılcıma ihtiyaçları vardı. Onlara istediklerini vermeye hazırdım.

 Büyük bir öfkeyle konuşmaya başladım. Az bir zaman sonra önceki gözleri yaşlı ihtiyardan eser kalmamıştı. Öfkem kelimelerime, kelimelerim insanlarıma öyle güzel hükmediyordu ki bütün bu yaşananların gerçekçiliğinden emin olamıyordum. Ve buna emin olamama rağmen konuşmam fire vermiyordu. Ben konuştukça karşımda ki o gariban insanlar canlanıyordu. Sanki ölmek üzere bir çiçeğe su veriyordum ve bu çiçek dev bir eşek arısını sokmaya hazırlanıyordu.
Gece olmuştu. Bütün köy ayaklanmıştı. Çevre köylere haber yollanmıştı yeni oluşmuş pek de düzenli sayılamayacak ve gitgide büyüyen bir ordu tüfeklerle sopalarla Bozok’a doğru ilerliyordu. Sancak beyi Mustafa bu kinin mutlak kurbanı olacaktı. Bu kadar büyük bir öfkeyi ellerimde tutuyordum ve bu bana hiç de ağır gelmiyordu kendimi sanki bir önceki andan daha nüfuzlu ve daha öfkeli hissediyordum. Hedefe yaklaştıkça irademe hakim olmakta güçlük çekiyordum ama sanki bu irade giderek daha nesnevi bir hal alıyordu. Giderek topluma yayılıyordu. Bu durum ayaklarımı yere daha sağlam basmamı sağlıyordu. Kapana basmayız inşallah.
 Mustafa beyin konağı görülmüştü. Fazla yüksek olmayan bir tepenin üstüne kurulmuş iki katlı bir sancak beyı konağıydı. Ama konağın muhtemel muhafız kapasitesi bizim sayısal üstünlüğümüzle kıyaslanınca ortaya gülünç bir manzara çıkıyordu.

 Mustafa beyin ölüsü karşımda yatıyordu. Bu noktaya gelinceye kadar olup biten şeyleri tahmin edebiliyorsunuzdur herhalde. Manzaranın gülünçlüğü o manzaradan sonra oluşacak muharebede ortaya çıkacak potansiyel öfkeyi de azaltmıştı. Bizim sayısal üstünlüğümüz ve çok geniş bir saldırı mevzimizin olması, kontrollü bir öfke ile düşman hedeflerine kolayca taaruz imkanı vermişti. Ve bu olanağım tarafımızca mükemmel kullanılması bizi harp meydanında mutlak galip duruma getirmişti.

 Bu galibiyetten sonra artık devlet denilen karmaşık olduğunu sandığım yapının aslında o kadar da karmaşık bir yapı olmadığını anlamıştım. Çünkü bu kadar küçük bir zafer bize devletleşme yolunda büyük bir  adım attırmıştı. Bunca yıldır bana anlaşılmaz gelen devlet aslında basit bir manevi güçmüş meğer. Tıpkı akçe gibi basit bir manevi güçmüş devlet. Ve bu iki manevi güçte birbirine muhtaç. Daha doğrusu akçe insanları devlete bağlayan bir maneviyat. Bizim cebimizden uzun bir zamandan beri akçelerimiz alınıyor. Ve bizi devlete bağlayan pek de fazla maneviyat kalmadı. Dinimize de pek ılımlı yaklaşılmıyınca artık devlet ile bizim aramızda bir köprü kalmadı. Ve akçesiz kalan bizlerin karnı acıktı. Karnımız acıktığında ise devlet denen o anlaşılmaz şeyin ne olduğunu anladık. Anlayınca da devlet olduk.

 Büyük bir coşku içinde devletimiz hızla büyüyordu. Bütün çevre vilayetlerde yeni kurulan devletin bağımsızlık mücadelesi veriliyordu. Tımarların çoğunu kendi safımıza çekebilmiştik. Osmanlı egemenliğinin artık bu topraklarda son bulması gerekiyordu. Gittiğimiz her yerdeki yerel Osmanlı kuvvetlerini teker teker yok ediyorduk. Güneye doğru ilerliyorduk.  Denize kadar ne kadar Osmanlı sembolü varsa hepsini defedecektik. Sayısal olarak üstün olmamızdan ve giderek büyüdüğümüzden dolayı bu pek de uçuk bir hayal değildi.

 Bunca insanın benim gibi pek de önemli sayılamayacak bir adamın etrafımda toplanması açıkçası biraz garip. Bu durumun benim açımdan garip olması benle hiç alakası olmayan insanlar açısından da garip midir acaba. Neden garip olsun ki?. Olan bir şey nasıl garip olabilir. Ama ben bütün bu olanları garip olarak tanımlıyordum. Evet sorun da zaten buydu. Benim görmem. Peki benim bu durumu garip olarak görmem benim aslında göremediğimin mi ispatıdır? Eğer ben görebilseydim yaşanabilecek her türlü ihtimal bana garip gelmezdi. Eğer görebilseydim böyle büyük gariplikler olurmuydu peki? Zaten gördüğüm için her türlü ihtimalin en doğrusunu seçerdim ve garip denen durum sadece bir sav olarak kalırdı.
 Fazlaca kan. Kayseri ovalarında oldukça sinirli olan Osmanlı birlikleri tarafından basılmıştık. Ve büyük umutlarla kurulan yeni devlet var olma mücadelesi vermekteydi. Şuan ki izlenimlerime göre yeni devlet uzun sürmeden yok olacaktı.
İnsanlarım hızla ölüyordu. Ve üzerime öfkeli bir asker koşmaktaydı. Elindeki güneşte parlayan ve ucu hafiften paslanmış kılıcı ile adeta gulyabani gibi bana korku veriyordu. Ama korkmamalıydım. Benim kaçmam ordumum dağılması demekti. Kaçarsam da ölecektim zaten. Kaçamadım. Neden olduğunu bilmiyorum ama burnum kanamaya başladı. Çevremdeki insanlara baktım. Hepsi teker teker can vermekteydi. Bu kadar insan benim yüzümden can vermekteydi. Ama hepsi halinden memnun görünüyordu. Bu görüntü pişmanlığıma engel olamadı. Gözlerimden hafif yaşlar gelmeye başladı. En son kalbime giren demiri hissettim...