Dostoyevski'ye...
Yazar bu öyküyü kaleme alırken neyi
amaçlamıştır? Sorusunu kendisine yöneltti. Kendini tatmin eden bir cevap
bulduktan sonra kalemini elinden bıraktı. Yüz sayfadan fazla yazmıştı. Biraz
dinlenmek için Ciguli şapkasını- annesi şapkaya bu ismi vermişti- ve
Akakiyeviç’in paltosu kadar olmasa da yeni paltosunu yanına alarak dışarıya çıktı.
Sokaktaydı. Hava kapalıydı. Buna karşın tatlı bir rüzgar esiyordu. Bu esintiyi
hiçbir şeye değişmezdi yazarımız. Esintili havalar onu her daim çocukluğuna
götürürdü. Çocukluğu; oturduğu mahallenin kalbi sayılan cami yanlarında
geçmişti. Mezarlıklar ve çam ağaçları. Oyun oynarken esen tatlı rüzgar
mezarlıkların çevresinde bulunan çam ağaçlarını adeta dans ettirirdi.
Severdi bu yüzden izlemeyi çam
ağaçlarını ve hissetmeyi esen tatlı rüzgarı yazarımız. Yazık ki şu an oturduğu
sokakta hiç çam ağacı yoktu. Nitekim sokakta gördüğü bütün insanlar ölü
gibiydi.
Ciguli şapkasını kafasına taktı. Durdu.
Küçük ablasının ‘’Binnaz’’ şarkısını ona ninni gibi söylediğini anımsadı.
Gülümsedi. Ciddileşti. Düşündü. Aşağı? Yukarı? Karar verdi. Paltosunu sırtına
geçirdi ve yukarıya doğru yürümeye başladı. Yürüdü. Yürüdü. Bir süre yere
paralel gittikten sonra, sokağın başına olan uzaklığı onu tatmin edince durdu.
‘’Herhangi bir sokağın başından döndüğümde kaybolmayı arzuluyorum. Kaybolmayı;
bir daha bulunmamak üzere.’’ dedi ve yürümeye devam etti. Sokağın başından
dönünceye dek yürümeye devam etti.
Sokağın başından döndüğünde, geriye
doğru sendeledi. Birkaç kitap kuş olup gözünün önünden geçti ve yere kondu.
Birine çarpmıştı. Hemen ardından daha dikkatli olması konusunda ikaz edildi.
Çarptığı kişi ilk uçma deneyimlerini başarısız bir şekilde sonlandıran
kitaplarını yerden toplamaya çalışıyordu. Çarptığı kişinin yüzünü henüz
görememişti. O sırada çarptığı kişi yüzünü ondan tarafa çevirdi ve ‘’Daha
dikkatli olur musunuz?’’ diyerek ikazını yineledi. Yazarımız işte o an
kaybolmuştu. O kadar güzel gözleri vardı ki; onun karşısında kaybolmamak elde
değildi. Herhangi bir sokağın başından döndüğünde kaybolmayı arzularken,
sonunda bir çift gözde kaybolmuştu yazarımız.
‘’Beyefendi?’’ dedi kadın. Çarptığı
kadın. ‘’Bu kadar da patavatsızlık olmaz ki!’’ diye ekledi sonra. Yazarımız o
sırada yeni yeni kendine geliyordu. Durdu. Biraz daha durdu. ‘’Öz… ür… eder…
im.’’ dedi. Kadın -çarptığı kadın- gülümsedi. Gülüyordu. ‘’Bu diyarlardan
uzaklarda, yeni bir galaksi var ediyormuşçasına gülüyordu.’’ diye mırıldandı
yazarımız. Kadının yüzündeki gülümseme kayboldu. ‘’Efendim?’’ dedi. Yazarımız
hiçbir şey söylemeden koşmaya başladı. Koştu. Koştu. Koşarken ‘’İnsanlara ne
kadar muhtaç olursam, onlardan kaçma isteğimde o kadar artıyordu.’’ Sabahattin
Ali’nin bir kitabından aklında kalan bir bölümü mırıldandı. Sonra aniden durdu.
‘’Akıllara zarar bir gülüşü var; bu iyi bir şey!’’ dedi ve yürümeye devam etti.
Yanından takım elbiseli iki adam geçti.
-Ceketlerinin altından birer Revolver yazarımıza göz kırptı.- Sigara
içiyorlardı. Durdu. Ardından teybinden ‘’ Sigaramın dumanına sarsam…’’ şarkısı
mırıldanan bir araba geçti. Yazarımız ceplerini kontrol etti. Paltosunun iç
ceplerini, pantolonunun ceplerini kontrol etti. Sigarası yoktu. Sigara
içmediğini hatırladı. Durdu. Yürümeye devam etti.
Yürüdü. Yürüdü. Saat kaç olmuştu? Durdu.
Kendine sorduğu bu soruya cevap bulmak için etrafa göz attı. Az ileride
rengârenk bir tabela gördü. Yürümeye başladı. Renkli tabelanın altına gelince
durdu. ‘’DOSTOYEVSKİ’’ yazıyordu tabelada sadece. Garipti. Hem sorusuna cevap
bulmak için hem de tabelanın gizemini çözmek için tabelanın altındaki kapıdan
içeri girdi. İçeri girdiğinde karşısına başka bir kapı çıktı. Kapı demir
parmaklıklı siyah bir kapıydı. Demir kapının önünde bekledi bir süre, tam
kapının tokmağına dokunacağı sırada ‘’Dur!’’ dedi bir ses. Yazarımız duraksadı.
‘’Dostoyevski’nin en sevdiğiniz kitabını söyleyin!’’ diye ekledi sonra ses.
Yazarımız bir an afallamıştı. Bu ses nereden geliyordu? Bu ses kimindi?
Yazarımız sesin kaynağını bulmaya çalışıyordu. Buldu da. Ses demir parmaklıklı
siyah kapının üzerindeki hoparlörden geliyordu. ‘’Dostoyevski’nin en sevdiğiniz
kitabını söyleyin!’’ diye yineledi ses. Yazarımız durdu. Düşündü. Daha önce
Dostoyevski hiç okumamıştı. Ancak anımsadığı bir şeyler vardı bu konuda. Tam olarak
emin olmayan bir sesle ‘’Yeraltından Notlar?’’ dedi. Dediği kitap ismi -emin
değildi- demir parmaklıklı siyah kapıda ‘’Açıl susam açıl!’’ etkisi yarattı. Ve
kapı açıldı. Bunu nereden anımsadığını bilmiyordu. Yürüdü ve açılan kapıdan
içeri girdi yazarımız. Kapıdan içeri girdiğinde korkunç bir uğultu onu
karşıladı. İçeride koca koca insanlar kumar oynuyordu. Boş bir masa gördü.
Yürümeye başladı. Boş masaya varana dek yürüdü. Oturdu. ‘’Ne alırsınız?’’ dedi,
reşit olmadığını düşündüğü garson. Geçiştirmek amacıyla ‘’Çay!’’ dedi
yazarımız. Gitti garson geldi çayla. Parasını peşin istedi verdi yazarımız.
Yazarımız Dostoyevski
‘’Kıraathanesi’’nin duvarlarında saat aramaya başladı. Sonunda sarkaçlı bir
saat buldu. Normalde kumar oynanan mekânlarda saat olmadığını zannederdi. Ama
burada vardı. Saat karşı duvarda bir Dostoyevski portresinin hemen yanında,
saatli maarif takvimi ile aynı çiviyi paylaşıyordu. Saat zannettiğinden daha
geçti. Kalkmak için yeltendi. ‘’ Hüüüpt!’’ bardağın sonunda kalan çayı içti.
‘’Püfft!’’ ve püskürdü. Kadını görmüştü. Çarptığı kadın. Güzel gözleri -bütün
mısralarını feda edebilirdi- bu kez başka birine bakıyordu. Aynı masada
oturduğu kısa boylu bir adama. Adam bir taraftan kumar oynarken diğer taraftan
yeni aldığı beyaz renkli Fiat markalı cipinden bahsediyordu. Kısacası bu adam
yazarımızın çarptığı kadını etkilemiş görünüyordu. Yazarımız elindeki bardağı
masaya bıraktı. Ciguli şapkasını kafasından çıkardı; eline aldı ve yürümeye
başladı. Yürüdü. Yürüdü. Kadının yanına varana dek yürüdü. Durdu. Çarptığı
kadını hafifliğinden emin olmadığı bir hareketle sarstı. ‘’Ne oluyoruz
birader!’’ diyerek yerinden fırladı kadın. Yazarımız böyle bir şeyi niçin
yaptığını bilmiyordu. Çok heyecanlanmıştı… Aşık olmuştu. Kadın, yazarımızın
gözlerine bakarak ‘’Hey sana diyorum!’’ diye ikazını yineledi. Yazarımız kayıp
olmuştu tekrardan. Ama biraz kızgındı kadına; bu sebeple toparlanması zor
olmadı.
‘’Ben seni biliyorum; biliyorum çünkü
seni gördüm. Ben her zaman ki gibi herhangi bir sokağın başından döndüğümde
kaybolmayı arzularken, bir daha bulunmamayı, sen çıkmıştın karşıma. Evet, sen
çıkmıştın. O kadar güzel bakmıştın ki kaybolmuştum gözlerinde. Yıllardır
kaybolmayı arzuluyordum, hiç var olmamışçasına ve sonunda böyle bir arzum
kalmamıştı. Sahi beni görmüş müydün? Yoksa gözünü mü yummuştun seni sevebilme
ihtimaline.’’ diye mırıldandı yazarımız.
‘’Efendim?’’ dedi kadın. ‘’Ne diyor bu
adam, Arzum?’’ diye atıldı kurt, Beyaz Fiatlı Küçük Prens. Yazarımız şapkasını
yavaşça kafasına yerleştirdi ve koşmaya başladı. İlk önce demir parmaklı siyah
kapıdan sonra giriş kapısından çıktı. Bunu yaparken şapkalı Speedy Gonzales
kadar hızlıydı. Sokağa çıktı. Evinin olduğu sokağa doğru koşmasını
hızlandırarak sürdürdü. Koştu. Koştu. Dostoyevski yazan tabela gözden kaybolana
kadar koştu. Durdu. ‘’Ona nasıl baktığını gördüm. Ona aşıktı. Besbelli ben de
ona öyle bakıyordum.’’ dedi ve koşmaya devam etti.
Eve vardığında saat sabaha yakındı.
Yazarımız yatağına uzanmış odanın tavanını seyrediyordu. Ona göre tavan hayal
kurmak için fevkalade bir alandı. Beyaz tavan onun yalnız başına kaybolabildiği
hayal ülkesiydi. İnsan elinin değmesi bile zordu tavana ve kurduğu hayallere.
İşte bu yüzden odasının tavanında hayal kurmak onun için vazgeçilmezdi. Bir
süre daha tavanı seyredip hayal kurmayı sürdürdü. Ve uyuya kaldı yazarımız.
‘’Beyefendi? Bu kadar da patavatsızlık
olmaz ki! Efendim? Ne oluyoruz birader? Hey sana diyorum! Efendim? ‘’
Uyandı. Yazarımız uyandı. Ezan okunuyordu.
Muhtemelen okunan öğle ezanıydı. Yataktan kalktı. Durdu. ‘’Uyanmak için uyuyor
ve uyumak için uyanıyoruz.’’ dedi ve yürümeye başladı. Banyoya varana dek yürüdü.
Elini yüzünü yıkadı. ‘’Gece sen uyurken şeytan suratına işer a evladım!’’ diyerek
çocukken uyandığında onu banyoya gönderen annesini anımsadı. Aynaya baktı.
Gülümsedi ve çıktı banyodan.
Mutfağa girdi. Suyu kaynattı. Tezgahın
üstünde dünden kalma bardağı su ile çalkaladı. Sıcak suyu içine boşalttı.
Sallama çay yaptı. Bardağı tezgahtan aldı ve oturma odasına doğru yürüdü.
Oturma odasında apartmanın olduğu sokağa bakan pencerenin önündeki tekli
koltuğa oturdu. Bardağından bir fırt çekti. Sonradan fark etti Ciguli şapkası
ile Akakiyeviç’in paltosu kadar olmasa da yeni paltosunun üstüne oturduğunu.
Eve geldiğinde onları oraya fırlatmış olmalıydı. Onları almak için neticesini
hafiften kaldırdı. Ağzındaki çayı pencerenin camına püskürttü.. Kadını gördü. Çarpıştıkları
sokağın başından aşağıya doğru iniyordu. Paltosunu sırtına geçirdi. Ciguli
şapkasını başına geçirdi. Bardaktan son bir yudum aldı. Ve koşarak evinden
çıktı. Durdu. Baktı. Aşağı? Yukarı? Kadın sokağın aşağısından köşeyi dönmüştü.
Aşağı doğru koşmaya başladı. Koştu. Koştu. Sokağın köşesinden döndü. Kadın
yoktu. Durdu. Yazarımız kadının bu kadar hızlı olmasına şaşırmıştı. Durduğu
yerden seri adımlarla yürümeye başladı. Bu sırada evden çizgili pijamasıyla
çıktığının farkına vardı. Ama umrunda bile olmadı. Bir ses geliyordu, bir
yerden. Sesi takip ederek adımlarını sıklaştırdı yazarımız. Sesin kaynağına yaklaştıkça ses daha anlaşılır
hale geliyordu. ‘’ Ölüye, diriye; hastaya, sevgiliye! Çiçeek! Çiçeek! Vereyim
mi abime çiçek?’’ dedi yazarımıza, yazarımızın reşit olmadığını düşündüğü
çiçekçi. ‘’ Evlat! Buralardan az önce bir kadın geçti, gördün mü onu?’’ diye
karşılık verdi yazarımız. ‘’ Evet abi, çiçek aldı benden.’’ ‘’Ne tarafa doğru
gitti?’’ ‘’Mezarlığa gitti abi.’’ ‘’Hangi mezarlığa gitti?’’ ‘’ Abim, bak şu
ilerideki sokağın başından dön, dümdüz git. O sokak çıkmaz sokaktır. Sonunda
mezarlık var.’’ ‘’Sağol evlat!’’ Durdu. Durdu. Düşündü. ‘’Ver bakayım bir
çiçek! dedi yazarımız. ‘’Ölüye, diriye;
hastaya sevgiliye?’’ ‘’Sevgiliye. Karşılıksız sevgiye. ’’ Çiçekçi sepetinin
dibinden kırmızı, hafiften morarmaya başlamış bir gül çıkarıp verdi yazarımıza.
‘’ Niçin bu gül?’’ diye sordu yazarımız. ‘’Kan ve aşkın rengi kırmızıdır.
Karşılıksız sevgi ise insanın bir nevi kangren olmasıdır.’’ diye cevapladı
çiçekçi. Yazarımız durdu. Durdu. Aklına çizgili pijaması geldi. Sonra bir
umutla paltosunun iç cebine elini attı, çıkardı. Mavi. Çiçekçiye verdi. Çiçekçi
gülümsedi ve ‘’ Bu da benden ölüye…’’ diyerek sepetinden aldığı bir papatyayı
yazarımıza verdi. Yazarımız koşmaya başladı. Koştu. Koştu. Aniden durdu.
‘’Seviyor. Sevmiyor. Seviyor. Sevm…’’ dedi ve koşmaya devam etti.
‘’ÇIKMANSOKAK MENARLIĞI’’ mezarlığın
girişinde iki kazığın yukarısına takılmış bir tabelada teker teker harfler
çakılmış halde bu yazılıydı. Yazarımızın ‘’Z’’ harflerinin çivilerinin bollaşıp
‘’N’’ harfine dönmüş olabileceğini düşündü. Bu yüzden tabelayı ‘’ÇIKMAZSOKAK
MEZARLIĞI’’ diye okudu. Yazarımız mezarlığın girişinde öylece duruyordu. Sanki
neden burada olduğunu unutmuş gibiydi. Yazarımızın sağında tabelasında
‘’Palyaço Meyhanesi’’ yazan bir mekan vardı. Meyhanenin girişi cam duvarla
örülmüştü, buna karşın içerisi gözükmüyordu. İç taraftan tül perdeler asılmıştı
meyhanenin camlarına. Bu yüzden mekan yazarımızda bir merak uyandırmıştı.
Yazarımızın solunda ise ufku gözüken boş bir arazi vardı. Denizi andırıyordu.
Yazarımız bir anda neden burada olduğunu hatırlamış gibi önce sola baktı, sonra
sağa baktı daha sonra tekrar sola baktı ve girdi mezarlığa.
İşte oradaydı. Bir mezarın yanına
çömelmiş ağlıyordu. Çam ağaçları içinde bir mezar; mezarlar. ‘’Arzum’un Babası
Fethi’’ yazıyordu mezar taşında. Yazarımız bir şey anımsar gibi oldu. Durdu.
Durdu. Düşündü. ‘’Arzum!’’ dedi. Arzum’un ağlaması diner gibi oldu ve arkasına
döndü. Ağlamaklı gözleri ile –bütün denizleri barındıran- yazarımıza baktı.
‘’Efendim?’’ dedi. Yazarımız yavaşça mezara doğru yürüdü. Arzum’un yanına
gelince durdu. Papatyayı mezarın üstüne koydu; gülü Arzum’a uzattı. Arzum ‘’Ne
oluyoruz birader?’’ diyerek çıkıştı yazarımıza. Yazarımız bu tepkiyi
beklemiyordu. Durdu. Durdu. Gözlerini kaçırarak ‘’ Seni seviyorum Arzum!’’ dedi
ve koşmaya başladı. Mezarlıktan çıkmak üzereydi. Yanından üç adam geçti. Biri
elinde bir buket papatya olan kısa boylu bir adam, diğer ikisi takım elbiseli
-ceketlerinin altından birer Revolver yazarımıza göz kırptı.- sigaralarını
tüttüre tüttüre kısa boylu adamı takip ediyordu. Yazarımız onların yanından
geçti ve koşmasını sürdürdü. Mezarlığın girişinden çıktı. Palyaço Meyhanesi’nin
önünde durdu. Elindeki gülü farketti. Düşündü. Geri dönmeli miydi? Geri? İleri?
Paltosunu ve Ciguli şapkasını düzeltip geriye doğru yürümeye başladı.
‘’ÇIKMANSOKAK MENARLIĞI’’ yazan tabelanın altınd… Bir el silah sesi. Durdu.
Sessizlik. Peş peşe iki el silah sesi daha duyuldu. Yazarımız peş peşe gelen
silah seslerinden sonra adeta mum gibi yere çakılı kalmıştı.
Mezarlıktan çıkarken gördüğü üç adam seri
adımlarla yazarımıza doğru geliyorlardı. Kısa boylu adam koşarak yazarımızın
yanından geçti. Takım elbiseli diğer iki adam ‘’ Babasını öldürdüğümüz gibi onu
da öldürdük.’’ diyerek seri adımlarla kısa boylu adamı takip ettiler. Daha önce
yazarımızın solunda kalan boş arazideki beyaz arabaya bindiler. ( Yazarımız daha
önce bu arabayı farketmemişti.) Yazarımız bir şey hatırlamış gibi: ‘’ Beyaz
Fiatlı Küçük Prens!’’ dedi. Evet, bu oydu. Beyaz Fiatlı Küçük Prens arabayı
çalıştırdı. Arabanın çalışmasıyla teypten şarkı çalmaya başladı. ’’Sigaramın
dumanına sarsam, saklasam…’’ Sonradan o takım elbiseli iki adamı da tanıdı.
Araba yavaşça çıkmaz sokağın girişi yönüne doğru döndü ve hızlanarak uzaklaştı.
Yazarımız durdu. Durdu. Sonra aydınlanmış bir yüz ifadesiyle ’’Haa!’’ dedi.
‘’Onu takip ediyorlardı. O ise intikam
peşindeydi. Onunla çarpıştığımızda yere düşen kitaplar Dostoyevski’nin
kitaplarıydı. Beyaz Geceler, Öteki ve en üstte Yeraltından Notlar. Arzum
Dostoyevski Kıraathanesinde yalnızca Beyaz Fiatlı Küçük Prens’i etkilemeye
çalışıyordu. O bakışlar aşkla bakan gözler değildi. O gözler intikam doluydu. O
sadece babasını öldüren, muhtemelen kumar borçlarından dolayı, adamlardan
intikam almak istiyordu. Ve sonunda başarısız olmuştu.’’ Durdu. Bir süre sadece
öyle bakındı. Sonra bir şey hatırlamışçasına koşmaya başladı. ‘’Arzum?’’ Koştu.
Koştu.
Arzum’un cansız bedeni babasının mezarı
yanında öylece uzanmış yatıyordu. Mezarın üstünde bıraktığı papatyaya sevdiği
kadının kanı bulaşmıştı. Sevdiği kadının sırtı yazarımıza dönüktü. Yüzünün
dönük olduğu tarafta bir buket papatya vardı. Yazarımız son kez sevdiği kadının
gözlerine bakmak istiyordu. Yavaş
adımlarla Arzum’a doğru yürümeye başladı. Yürüdü. Yürüdü. Durdu. ‘’ Bir gün
birine aşık olursun, onun için şiirler yazarsın, uykusuz kalırsın, hatta onun
için öldüğün her gecenin sabahına yeniden doğmak zorunda kalırsın; buna rağmen
onun hiç umurunda olmaz bu yaşananlar. Sen bilirsin, seni hiçbir zaman
sevmeyecek. İşte o vakit o gözlere bakmak ızdırap vericidir senin için.’’
dedi yazarımız. Arzum karşılık vermedi.
Eğildi yazarımız ve elindeki hafiften
morarmış gülü Arzum’un ayağının altına bıraktı. Uzun süre orada oturdu. Sanırım
onu özleyecekti. Hava kararmaya başlamıştı. Yavaşça eğilip Arzum’un sırtından
düşen elini defalarca öptü. Çok soğuktu. Ayağa kalktı. Ciguli şapkasını eline
aldı. ‘’ Şairin de dediği gibi -Ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün…- ’’
dedi. Ciguli şapkasını kafasına taktı ve
gerisin geri yürümeye başladı. Yürüdü. Yürüdü. Mezarlıktan çıktı. Elleri
üşümüştü. Durdu. Arzum’un elini öptüğünde elinin buz gibi soğuk olduğunu
anımsadı. Palyaço Meyhanesi’ne baktı. İçeri girmeye karar verdi. Meyhaneye
girerken arkasında bıraktığı boş arazi umrunda bile olmadı. Kapıda onu uzun
saçlı bir adam karşıladı. ‘’ Hoş geldin birader! Seni şöyle alayım.’’ dedi. Ve
mekanın orta yerinde olan masayı işaret etti. Yazarımız oturdu. Ciguli
şapkasını çıkartıp masanın üzerine koydu. Meyhanede yazarımız dışında kimse
yoktu. ‘’Rakı? Balık? ‘’ dedi Uzun Saçlı Adam. ‘’Çay var mı?’’ diye sordu
yazarımız. Uzun Saçlı Adam ‘’ Ben sana rakı getireyim birader; burada racon böyle!’’
dedi ve yazarımızın arkasında kalan bir kapıdan- giriş kapısına paralel bir
kapı- dışarı çıktı
Yazarımız etrafı incelemeye başladı.
Zemin katranlı tahta döşemelerdendi. Masalar dörder sandalyeli ahşaptandı.
Duvarlar beyaza boyanmış, birkaç tanıdık tablo ile doldurulmuştu. İkisi kapılı
dört duvar vardı. Kapısız olan duvarlardan birinde ‘’ Rakı doldur yine eksildik
biraz!’’ yazılıydı, bu duvara paralel olan duvarda ise ‘’ Balıkları öldükten
sonra ancak bir balık çorbasında yüzerken görürüz.’’ yazılıydı. Burası garip
bir yerdi. Giriş kapısının bulunduğu duvarla ‘’Rakı doldur yine eksildik
biraz!’’ yazılı duvarın birleştiği köşede 32 ekran tüplü bir televizyon vardı.
Televizyonun kapalı ekranından kendini görebiliyordu. Hemen arkasında dik
silindir bir soba vardı. Küçük camından odunlar gözüküyordu. Yazarımızın elleri
hala daha üşüyordu. Isınmaları için ellerini birleştirip içine sıcak nefesini
üfledi. Yararsızdı.
Uzun Saçlı Adam, buzlu bir bardakla
çıkıp geldi sonunda. Bardağı masaya koydu. ‘’Üşüdüysen sobayı yakayım
birader!’’ dedi. ‘’Farketmez kardeş!’’ diye cevapladı yazarımız. Bir bardak
rakıyla sıkı fıkı olmuşlardı. Gitti sobayı yaktı. Yan masaya oturdu masanın
üzerindeki kumandayı alıp televizyonu açtı. Yazarımız artık televizyonda
gözükmüyordu. ‘’ Buzullar gün geçtikçe eriyor, deniz seviyesinin yakın tarihte
aşırı derecede yükselmesi bekleniy…’’ Haberler. Yazarımızın elleri bu haberi
duyduktan sonra daha da üşüdü. Önündeki bardağın dışından su damlaları seri
şekilde süzülüyordu. Bardak ağlıyor gibiydi.
İçindeki buzlar bardağın üstüne çıkmıştı. Uzun Saçlı Adam…’’ Birader benim adım
Metin!’’ dedi Uzun Saçlı Adam. ‘’Efendim?’’ diye karşılık verdi yazarımız.
‘’Benim adım Metin!’’ yineledi Uzun Saçlı Adam. ‘’Anladım.’’ dedi yazarımız;
anladığını belirtti yazarımız.
Metin televizyonun sesini kıstı. Bu
sırada yazarımız bardağa dikkat kesilmişti. Bardağın dışından süzülen su
damlaları birden çoğalmaya başladı. Yazarımızın elleri çok üşüyordu. Giriş
kapısı açıldı. ‘’ Abi mendil alır mısınız?’’ dedi ve yazarımızın masasına
yaklaştı, yazarımızın reşit olmadığını düşündüğü mendilci. Yazarımız bir şey
anımsıyormuş gibi oldu. Durdu. Durdu. Düşündü. ‘’Ver bakayım bir tane, evlat!’’
dedi. Mendilci bir paket mendil verdi. Yazarımız paketi açtı ve bir tane mendil
aldı içinden. Masanın üstündeki bardağı kaldırdı ve mendili altına koydu.
Mendil bardağın altında olan suyu tamamen çekti. Ardından yazarımız bardağı
mendilin üstüne koydu. Paketin üzerine baktı. Papatya Mendil. Paketi paltosunun
iç cebine koydu. Yazarımız diğer ceplerini karıştırdı. Yoktu. Ayağa kalktı.
Masanın üstünden Ciguli şapkasını aldı. Kafasına taktı. Mendilin üstünden
bardağı aldı ve bitirine kadar içti. Yerine koydu. ‘’Yok!’’ dedi yazarımız
mendilciye. Mendilci durdu. Durdu. Montunun altından bir revolver çıkardı.
‘’Beyaz Fiatlı Küçük Prens’in selamı var!’’ dedi ve elindeki revolverı ateşledi
mendilci. Yazarımız durdu. Sessizlik. Sonra iki kez ateşlendi revolver.
Yazarımız hala ayaktaydı. Tam kalbinden vurulmuştu. Kalbinin üzerinden su
damlamaya başladı. Su damlaları kısa sürede çoğaldı. Meyhanenin katranlı
döşemeleri ıslandı. Giriş kapısı açıldı. Karşıdaki boş arazide dev dalgalar
belirdi. Hızlıca meyhaneye doğru yaklaşıyorlardı. Kısa süre sonra dev dalgalar
meyhaneyi dövmeye başladı. Meyhane tabanından tavanına kadar su dolmuştu.
Yazarımız ‘’ Balıkları öldükten sonra ancak bir balık çorbasında yüzerken
görürüz.’’ Diye mırıldandı. Yazarımızın aşık bedeni suya daha fazla karşı
gelemedi ve dibe çöktü. Ciguli şapkası ise suyun yüzeyine çıktı.
‘’Arzum?’’
‘’Efendim? Bu kadar da patavatsızlık
olmaz ki! Beyefendi? Ne oluyoruz birader? Hey sana diyorum! Efendim?’’