8 Ekim 2015 Perşembe

Manzara

 Uçsuz bucaksız bir orman. Çam ağaçları tıpkı bir çivili yatak gibi uzanıyor semaya. Islak bir yağmur var havada. Güneş ise kaybolmuş bulutların arkasında.

 Bir ev var bu manzaranın karşısında. Büyük bir ev. Taş duvarları aynı bir kalenin duvarlarını andırıyor. Ağaç balkonu minimal bir doğallık kazandırmış. Paslı sacları ise günümüz modernitesinin çaresizliğini anlamlı bir şekilde betimliyor.
 Evin balkonunda oturuyor kırmızı bir sandalyeye. Zamanında bireysel hazlarına yaptığı yatırımlardan dolayı yağan yağmurdan pek etkilenmiyor. Önünde küçük bir masa var, masanın üstünde ise bir demlik çay . Demliğin yanında ince belli bir çay bardağı. Maziden kalan alışkanlıklarından dolayı bir küp şekerin yarısını avucuyla kırıp öyle çaya katıyor. Daha sonra çay kaşığını alıp bardağa değdirmeden karıştırmaya başlıyor. Bardağı yavaşça dudaklarına götürüyor. Hüpürdetmeden bir yudum aldıktan sonra aynı yavaşlıkla tekrar geri koyuyor. Sistematik bir biçimde bunları demlikteki çay bitene kadar devam ediyor.
 Demlikteki çay bittikten sonra kollarını yukarı doğru kaldırarak uzunca bir müddet esniyor. Yılların durgunluğunu bu şekilde erteledikten sonra ceketinin iç cebindeki pilli radyosunu çıkartıp masanın üzerine koyuyor. Bulduğu ilk frekansı dinlemeye koyuluyor. Hatrına işlemiş ezgiler onu biraz hüzünlendiriyor. Dirseğini masaya dayayıp yanağını avucuyla kavrayarak karşısındaki efsunlu manzaranın içinde kayboluyor.

 Uzun zamanlardır gerçekleştirdiği eylemlerin belki de en heyecan vericisiydi bu manzarayı izlemek. Düzenli olarak her gün uyanıp kahvaltısını ettikten sonra kitabı, çayı, radyosu ve zihniyle beraber koyulurdu bu manzaranın karşısına. Sabah kahvaltısının verdiği enerji ile birlikte ilk iş olarak kitabını okumaya başlardı. Günlük düzenli bir okuma planı yoktu. Kendini tatmin edene kadar okurdu. Bazı günler kolay tatmin olmazdı. Bazı günler ise sıkılırdı çabucak. Ardından hemen koyulurdu manzarayı izlemeye. Kızardı elbet hayatındaki en anlamlı bütünlerden birinin basit bir "manzara" ile adlandırıldığını bilse. Çelişkili bir "basit" bile daha yüce bir kelime olarak gözükürdü gözüne. Böyle bir müptelaydı...

 Bir insan neden o kadar da sıradışı olmayan bir mekana bu kadar fazla değer verirdi ki?
Bir görüntü nasıl bu kadar tamamlayıcı olabilirdi? Nesnelere değer vermenin bir sakıncası olmadığını biliyordu fakat karşısındaki şey bir nesne değildi. Bir sürü nesnenin bir araya gelerek oluşturduğu bir topluluk. Bir sürü rengin bir araya gelip oluşturduğu bir tablo gibi. Yani karşısındaki şey; bir tablonun binlerce kez büyütülmüş hali miydi? Ve yahut kendisi binlerce kez küçültülmüştü. Sürekli tekrarlanan evrende boyutların önemsiz olduğunu düşünüyordu. Tekrarların aynı olmasına rağmen kendisinin bir çıkar yol bulamaması, saçmalığa olan hayranlığının katbekat artmasına yardımcı oluyordu. Hayranı olduğu saçmalığın diğer saçmalıklardan daha saçma olduğunu saçmalayanlara karşı beynindeki saçma sapan fikirlerinin en saçma ve aynı zamanda en akılcı yol olduğunu düşünüyordu.

 Bu manzaranın sembolistik gücünü o ana dek gördüğü hiçbir sanatsal eserde keşfedememişti. Sanatla olan haşir neşirliğinide göz önüne alırsak kelimenin tam anlamıyla görmüş olduğu en iyi natural eserin karşısında sabahtan akşama dek oturmak, hayatındaki en büyük talihi piyangoda amorti tutturmak olan birine göre gayet ideal bir şanstı. Bundan daha iyisi ise manzaranın olmasa bile eserin mimarı olmaktı. Farkında olmadan, kendine özel bir eser yaratmıştı. Farkında olmadan bütün maneviyatını birkaç yüz ağaca nakletmişti. Farkında olmadan ölümsüzleşmişti.

Belki sonsuza dek balkonunda oturup çay kaşığını bardağa değdirmeden değdirmeden çayını karıştıramayacak. Belki manzara sonsuza dek orda öylece kalmayacak. Fakat bütün hisleri, bütün anıları yani bütün maneviyatı fiziksel yahut kimyasal değişim gösterseler bile hep buralarda biyerlerde olacaklar...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder